16 Nisan 2013 Salı

GÖYNÜK, SÜNNET GÖLÜ


Daha bir hafta önce çok güzel bir power point sunumu eşliğinde Elif 2013 yılının tatil programını düzenlemişti bizim için. Biz de tatil kurulu üyeleri olarak toplanıp bazı planlarımız için bilet ve otel organizasyonlarımıza başlamıştık bile. Birinci gezi durağımız Bolu – Aladağlar kar trekking turumuz olucaktı ama bazı sebeplerden dolayı tur son dakikada iptal oldu. İnatçı bizler iptal falan bizi yıldıramaz "kendi turumuzu kendimiz yazar kendimiz gezeriz" dedik düştük yollara.

Yumurta kapıya dayanınca yapılan bir organizasyonda gerçekten şansımız yaver gitti ve otelin son iki odasını ayarlama şansımız oldu. Sabah kahvaltısına yetişerek ballı kaymaklı, sucuklu yumurtalı kahvaltımızı da kaçırmamış olduk. Mart ayının ilk haftası olmasına rağmen hava oldukça sıcak ve kardan kıştan sonra güneşi görmek gerçekten çok güzel.

Bolu Panorama Otel daha önce Şirin çiftinin kaldığı ve bize de tavsiye ettiği bir yerdi, güzel bahçesi hem çocuklu aileler için hem de bizim eşlerimiz gibi büyümeyen çocuklar için çok müsait :)  görüldüğü üzere elde kumanda ve helikopterle ordan oraya koşturarak sabah yenilen kahvaltının enerjisi harcandı bile. Onlar helikopterin peşinden koşturadursunlar ben de her yerde kendime bulduğum rahat salıncağımda onları izlemeye başladım, ta ki helikopter otelimizin bir çatısına takılıp mahsur kalana kadar... (büyük çabalar ve mart kedileri gibi çatılarda gezinerek kurtarma operasyonumuz da başarı ile tamamlanmıştır )

Otelden çıkıp çok yakınlarda olduğu söylenen Amcabey Gölü’ne doğru yürümeye başladık. Ekip kat kat giyindiği için ve iki adımda bir sıcaklar basıp aman şunu da bırakayım aman bunu da almayayım diye mehter takımı modunda iki adım ileri bir adım arabaya geri gidince Ömer son noktayı koydu; arabayı ve dolayısıyla tüm ekipmanlarımızı yanımıza almış olduk.

Amcabey Gölü kendi halinde küçük sakin bir gölmüş. Biz gittiğimizde bazı kişiler ellerinde olta ile balık tutma keyfine başlamıştıbile ama bizim gezecek çok daha fazla yerimiz olduğu için şöle bi göz gezdirip Gölcük’e doğru kırdık direksiyonu.

Gölcük Tabiat Parkı çok güzel yürüyüş yolu olan, isteyenin mangalını kapıp geldiği isteyenin sevgilisini koluna takıp geldiği şirin bir park. Özellikle gölün hemen kıyısında göle karşı konulmuş banklarda oturup huzur buluyor insan. Göze çarpan tek yapı Orman İşletmelerine ait olan ve misafirhane olarak kullanılan bu ev. Havanın durumuna göre inanılmaz güzellikte yansımasını bırakıyor gölün üzerine... Böyle bir eve sahip olmayı kim istemez ki.

Gölün etrafında tam tur atıp biraz dinlenme amaçlıGazelle’nin bahçesinde sahlep içelim diyoruz, keyfine manzarasına diyebilecek laf yok da fiyat tam gazlama modunda oldu, bizi kimse uyarmadı ama ben uyarmış olayım :)

Akşam manzarasını tekrar fotoğraflamak için geri döneriz ama madem bu tura karar verdiğimizde kar turu yapacaktık, haksız çıkmayalım biz de bir karla yüzleşelim diyerek yükseklere doğru rotamızı çevirdik. Martın başında olmamızdan dolayı bilinmez ama çoğu yerde kar kalmamış biz de bulduğumuz ilk kar öbeğine bıraktık kendimizi. Okullarda en son beden eğitimi derslerinde yaptığımı hatırladığım kültür fizik hareketleri ile fotoğraflarımızı çekip Aladağ Gölü’ne doğru yola çıktık.

Şu görülen dalga şekli aslında gölün donmuş kısmıyla donmamış yeri arasındaki çizgiden ibaret :) belki tamamen donmuş göl çözülmüş ve biz bu halini de görüyor olabiliriz, çünkü hava bile burda hissedilir şekilde üşütüyor bizi. Montların içinde sadece tşörtle gezmeler burada işe yaramıyor, polarlarımızı da giyiyoruz.

Akşam fotoğraflarımız için tekrar Gölcük Tabiat Parkına uğrayıp açlıktan midelerimiz kazınırken otelimize geri dönüyoruz. Akşam yemeğini otelde yiyeceğiz ama o kadar yorulmuşuz ki odaya giden uyuyakalıyor.

Akşam yemeği sadece otelde kalanlar için değilmiş canlı müzik olduğu için dışarıdan da eğlencesi için gelen bir sürü kişi bulunuyor. Yemek olarak yaprak sarma, mantar, patates ve yaprak kebabı yedik, hepsinin lezzeti birbirinden güzeldi. Bolu’ya gelip yemekleri beğenmeme şansımız var mıydı bilemem ama tatlı olarak gelen ekmek kadayıfı dahil herşey harikaydı. Biz yorgunluktan ve içilenşarabın etkisiyle yarı uykulu halde yemekten kalkarken bizim dışımızdaki masalar vur patlasın çal oynasın moduna girmişti.

Otelin odaları inanılmaz derecede sıcak oluyor, o yüzden kaloriferi kısmak zorunda kaldık, hatta bir ara pencereyi bile açıp soğuk hava istedik. O yüzden kat kat giyinmeye hiç gerek yokmuş. Kar tatili, mart kapıdan baktırır falan derken kat kat kazaklarla montlarla hazırlıksız mı yakalandık ne buharlaşıp yok olucaktık neredeyse J

Sabah kahvaltımızdan sonra odalarımızı boşalttık ve yolumuzun üzerine denk getirip Sünnet Gölü’ne de uğrayalım dedik. Bugün hava düne göre daha soğuk, en azından güneş yüzünü göstermediği için ısınma şansımız olmuyor. Gölün soğukluğu da eklenince bu havada titreyeceğime tavşanların, ördeklerin peşinde koşup ısınmayı tercih ettim. İnsanlarla içiçe olmaktan dolayıtavşanlar bile korkmadan yanımıza geliyorlar, onlara eli boş gitmekten dolayı çok üzüldüm, yanımızda biraz marul olaydı onlar mutlu = ben mutlu olurduk herhalde.

Kaptan şöförümüz Ömer’in daha önce fotoğrafçılık kulübü ile gittiği yerler olduğu için bizim yolunu bile bulamayacağımız yerleri sayesinde keşfetmiş olduk. Çubuk Gölü ve kenarındaki değirmenleri gördük, değirmenler bir dizinin seti için yapılmış ve öylece kalmış, hangi dizi olduğunu çıkartamadık hiç birimiz.

Sırada Göynük evlerini ziyaretimiz bulunuyor. Yüksekteki fenerini ve bu şekilde bir panaromayı görebilmek için uygun bir yer ne kadar kassak bulamazdık herhalde. Grupta buraları önceden keşfetmiş biri olduğu için sanırım en güzel açısından manzaranın tadını çıkartabildik. Sonra da bu kadar gezdik gördük biraz da yedik diyebilmek için mantı yemeye merkezdeki Paşazade Göynük Sofrası’na uğradık. Cevizli, keşli mantısı bulunuyor her yerde gördüğümüz klasik mantı dışında. Biz daha çok güveçte fokur fokur kaynayarak masamızda yerini alan yaprak sarmasını beğendik, beğendik ne kelime adeta bayıldık.

Artık İstanbul dönüş yoluna gidelim diyerek Taraklı’ya nam-ıdiğer Mümkünlü Kasabası’na da uğradık ve gezimizi sonlandırdık.

Doğanın uyanışının yeni yeni başladığı, ufaktan çiçeklerin açmaya çalıştığı bu günlerde İstanbul’dan bir nebze olsun uzaklaşmak, doğayla kucaklaşmak inanılmaz güzel geldi bize. Tabi sohbetlerimizin dönüp dolaştığıkonular şnorkel, tekne olduğu için anladık ki aklımızda deniz tatillerimizin planları ile dopdolu bir kaçamak oldu bizim için.

22 Kasım 2012 Perşembe

ESKİŞEHİR, ODUNPAZARI



Bu defa Yedigöllere niyet Eskişehir’e kısmet oldu bizim gezimiz. Üniversiteden arkadaşlarım Elif ve Burcu ile Yedigöller’e gitmeye karar vermiştik. Yolu çok bozuk olduğu için de turla gitmeyi tercih etmiştik ama yeterli katılım olmadığı için tur iptal oldu malesef.

Biz de hazır bu kadar gezi organizasyonuna kendimizi adapte etmişken hiçbirimizin daha önce gitmediğimiz Eskişehir'e değiştirdik rotamızı. Sabah 9 gibi yola çıktık molalarla yaklaşık 5 saat sürdü. Biz üç kız hiç susmadan görüşmediğimiz zamanların olaylarını anlatırken birbirimize yolculuk nasıl geçti anlamadık bile.
 
Eskişehir'de karasal iklim hakim olduğu için yazın ortasında bile akşamları serin olurmuş. Şu anda kasım ayının tam ortasındayız, sıcaklık  9-10 derece civarında ve gündüz bile montsuz gezmek imkansız.

Eskişehir’e girdikten sonra ilk gördüğümüz Türkiye’nin aynı zamanda uzaktan erişimli üniversitesi olan Anadolu Üniversitesi kampüsüydü. Bir de Orhangazi Üniversitesi bulunuyor şehirde.

Adı eski-şehir ama yapıların çoğu yeni olan bir şehir var karşımızda. Ana caddelerden geçtiğimiz için mi öyle düşündük bilemiyorum ama evlerin çoğu yeni yapılmış ve kocaman keyiflik balkonları bulunuyor. Neredeyse hepsine masa sandalye atılmış, belli ki hava güzel olduğunda burada geçiriliyor zamanlar.

İlk durağımız Haller Gençlik Merkezi oluyor. Eskiden hal olarak kullanılan mekan şu an hediyelik eşya satan dükkanların ve cafelerin olduğu bir yer haline gelmiş.

Şu anki modern halini görenler buranın eskiden hal olarak kullanıldığına asla inanmaz herhalde. Ramazan aylarında da fasıl ve gösteriler yapılırmış.





Sabahtan beri iyice acıktığımız için öğle yemeği faslına geçmek istiyoruz hemen. Eskişehir’in ünlü iki tane yemeği varmış. Biri balaban köfte diğeri de çibörek. Çibörek olarak yanlış yazdığım düşünülmesin şahsen ben Eskişehir’e gidene kadar öyle zannederdim, çiğbörek değilmiş doğrusu, Ğ harfi yokmuş aslında.

Balaban köfte de aslında çoğu kişinin iskender kebap olarak bildiği yemeğin döner ile değil köfte ile yapılan şekli. Köfte üzerinde yoğurt ve salçalı bir sosla hazırlanıp geliyor. Balaban köfte yemek için bizi Leman Kültür’e götürdü rehberimiz.


Geniş koltukları ile mekan harika… duvarlar bir sürü güzel karikatürle kaplanmış.

Benim ve eşimin bankacı olmamızdan kaynaklı nedense hislerime tercüman olduğunu düşündüğüm en çok beğendiğim karikatürü de fotoğrafladım.

Demek ki bu gömlek ve ütü işinden nefret eden tek kişi ben değilmişim, çok mutlu oldum.









Öğle yemeğinden sonra ilk durağımız havacılık müzesi oldu. 1. hava kuvvetleri komutanlığı Eskişehir’de bulunuyor.

Özellikle hafta içi iki dakikada bir kalkan uçaklar şehrin üzeinde tur atarlar ama halk o kadar alışmış ki hiç yadırgamaz diye bilgi verdi rehberimiz bize.

Hatta sokakta gezen bir kişi sürekli havadaki uçaklara bakıyorsa buranın yerlisi olmadığını anlarız dedi.

Kıbrıs harekatında uçağı düşen ve paraşütü ile atlayıp kurtulan Cengiz Topel’in Rumların işkenceleri sonucunda şehit edildiğini öğreniyoruz üzülerek.


Emekliye ayrılan bazı uçakları ve bir polis helikopterini gördük.


Havacılık müzesini gezdikten sonra Türkiye'nin ilk yerli otomobili Devrim Arabası'nı görmeye gittik Tülomsaş'a.

Yolda rehberimiz çok kısa bir süre içerisinde herşeyi Türk malı olarak imal edildi ama sunuş aşamasında benzin koymayı unuttukları için kızgınlıkla hurdaya ayırdılar otomobilleri diye hikayesini anlattı bize.

Beyaz olanını bazı kişiler saklamayı becerebildiği için gelmiş günümüze kadar. Belki de başarısız olması özellikle istendi kötü niyetli kişiler tarafından diye bir düşünce vardı herkesin aklında.

Eşim Eskişehir'e gideceğimi öğrendiğinde benden sadece Devrim Arabası'nın fotoğrafını istemişti. Kendisi Devrim Arabaları filmini izlemiş ve "çok üzüldüm acıklı bir son oldu ama senin de mutlaka izlemeni istiyorum" demişti. Ben daha iyisini yapıp cam kafes içinde korumaya alınan otomobilin kendisini görmeye gitmiş oldum. Filmi de en kısa zamanda izlemek istiyorum tabiki.


Devrim Arabası ziyaretimizden sonra Eskişehir’i tepeden panaromik olarak gören ismini de içerisinde bulunan yapay şelaleden alan Şelale Park’a geçtik. Manzara çok iç açıcı değil aslında, Eskişehir yenilendiği için blok blok evler ve beton yığınları görülüyor manzara olarak.

Cafelerinde oturup çay kahve içmek için güzel bir alan tabiki ama ben doğasever biri olarak denizin mavisini ağacın yeşilini görmeyi tercih ederim manzara denildiğinde.


Neredeyse geze geze akşam ettiğimiz için otele gidip yerleşelim artık diyoruz. Tur ekibimizin birbiriyle organize olarak dışarlarda çok oyalanmaması sayesinde fazladan zamanımız kalmış. Tabi ben burada soğuk havadan dolayı kendimizi otobüsün sıcak ortamına atmak isteyişimizin de etkisi olduğunu düşünüyorum.

Köprübaşına meşhur Karakedi Bozacısına gidelim mi diyor rehberimiz. Tabi ki cevapların çoğu evet oluyor ve peşine takılıp bozacının yolunu tutuyoruz hemen.

İstanbul’un meşhur Vefa Bozacısının bozalarından daha tatlı bir tadı var. Yolda yürüken sıcak leblebi almadığımız için pişman oluyoruz ama o kadar canımız çekmişken bozaları bitirmiş olsak bile akşam çitlemelik çekirdek ve leblebi alıyoruz kızlarla.

  
Otele dönmeden lüle taşı atölyelerinin olduğu Çukur Çarşı'ya gidiyoruz. Oradan hediyelik pipo, yüzük gibi birkaç parça şey aldıktan sonra nihayet otele dönüş yolumuza geçiyoruz.

 
Biz otel olarak Şahinpark’ı seçmiştik. Otelimizden de gayet memnun olmalıyız ki, akşam bara gidelim yok cafelerde gezelim diye bir sürü plan yapıp sokağa adımımızı bile atmadık. Bütün gece odada kızkıza sohbetin keyfini çıkarttık.

Pazar sabahı ilk gezi durağımız Porsuk Çayı’nda tekne gezisi oldu. Sabahın serinliğinden mi bilmiyorum gayet titreye titreye bekledik teknemizin hazırlanışını.

Gezi alanını bir baştan bir başa geçip bol bol fotoğraf çektik. Aslında havanın güzel olmasını ve burayı gondollarla gezmeyi tercih ederdim. Daha sıcak bir zamanda gelip acısını çıkartmayı ümit ediyorum böyle kapalı tıklalı tekne ile gezmek pek kesmedi beni.


  
Tekne turumuzdan sonra eski Türk evleri ile ünlenen Odunpazarı’na geçiyoruz. İlk durağımız Kurşunlu Külliyesi oluyor. Külliyenin çatı kaplaması soğuk iklime sahip olduğu için kar ve yağmur tutmasın diye kurşundan yapıldığı için adı da Kurşunlu olmuş.


Külliyenin içinde lüle taşından yapılmış onlarca eser bulunuyor. Lüle taşı çabuk defrome olduğu için rehberimiz süs eşyası olarak kullanımın pek elverişli olmadığı ama süngerimsi yapısından dolayı nikotini emerek zararını en aza indirdiğinden bahsetti. O yüzden en çok pipo, puro ve sigara ağzılığı olarak lüle taşı kullanılırmış.

Külliyenin içinde lüle taşı ustalarının da atölyeleri bulunuyormuş ama bizim gezdiğimiz gün kapalıydı o yüzden biz çalışırken göremedik. Hediyelik eşya satan birkaç dükkan vardı içinde.

Ben en çok gerçek yaprakların üzerini ebru sanatı ile boyayıp sonra da sert şeffaf bir kaplama ile kullanıma hazır edilen kitap ayraçlarını beğendim. Tabiki uçlarına sadece Eskişehir ve dolaylarında çıkartılan lüle taşından minik birer boncuk da takılmıştı.



Odunpazarı evleri, bembeyaz Safranbolu evlerinin renklendirilmiş hali gibi geldi bana. Sanki bir film seti kurulmuş ve onun sokakları arasında geziyoruz gibi hissettik kendimizi. Restorasyonlar yeni yapılmaya başladığı için henüz içi gezilmeye hazır bir ev bulunmuyormuş. Sadece dış cephelerin görsel güzelliği ile yetinmek zorunda kaldık maalesef.






Bu kadar çok gezip yorulduktan ve de üşüdükten sonra bulabildiğimiz ilk cafeye kendimizi attık. Sıcacık sobanın yanında ısınıp çay ve kahvelerimizin keyfini çıkarttık.


Tur ekibiyle buluşup Atatürk’ün fotoğraflarının ve bazı eşyalarının bulunduğu Cumhuriyet Tarihi müzesini geziyoruz sonrasında. Bazı fotoğraflar medyaya bile yansımamış söylendiğine göre ama hangileri bilemiyorum. 






Sırada müze ile yürüme mesafesindeki Çağdaş Cam Sanatları Müzesi bulunuyor. Adından anlaşılacağı üzere birçok cam eserin sergilendiği bir müze. Binanın avlusunda da oldukça dikkat çekici kocaman camdan bir avize var.


Özellikle camdan yapılan babetler külkedisi masalındaki cam pabuç benzeri bir izlenim uyandırdı bende. Neyseki benim prensim beni bulmak için böyle bir taktiğe ihtiyaç duymamıştı J


Eskişehir’in met helvası ve haşhaşlı ekmeği de meşhurmuş çibörek ve balaban köftesi dışında. Met helvası pişmaniyeye göre biraz daha sert, bazı yörelerdeki çekme helva kesme helva tarzında bir yiyecek. Biz karınlarımızı iyice acıktırıp kendimizi çibörek yemek için saklıyoruz kendimizi.

Çibörek yemek için Kentparkı’ın içinde bulunan ve tanıdıklarımız tarafından en çok tavsiye edilen Kırım Çibörekçisini seçtik.

Haşlama kuzu etiyle yapılan bana düğün çorbasını hatırlatan sorpa çorbası ve nihayet çiböreklerimizle öğlen yemeğimizi yiyoruz.

Kırım’ın dışında başka yerde çibörek yemedim o yüzden kıyas yapabileceğim bir örnek bulunmuyor ama buranın çibörekleri yağda kızartılmış bir börek için oldukça yağsız.

Çok çok beğendik, meşhur olduğu kadar varmış.


Yediklerimizi aşındırmak için Kentpark’ın içinde yürüyüş yapıyoruz sonrasında.

Eskişehir’de deniz bulunmuyor ama denizi olmasa ne olur. Bu şehirde Yılmaz Büyükerşen gibi bir belediye başkanı bulunuyor. Her taşında toprağında emeği var desem yalancı olmam sanırım.

Ufku bu kadar geniş böyle bir başkan her ile ilçeye nasip olur inşallah diyerek... Şehrimizde doğal deniz yoksa yok diye kaderine bırakmayıp yapayını yaptırarak halkını denizle buluşturmuş Kentpark Projesi ile.


Kentpark gezisi sonrasında opera binasını da gezdik. Eskişehir’de haftada bir iki kez opera olurmuş ve biletleri de aylar öncesinden tüketilirmiş. Birçok büyük şehirde dahi gidilmeyen operaya bu kadar ilgi gösterebilen bir halkı olduğu için gurur duyuyorlardır herhalde kendileriyle.

İstanbul’a dönüşe geçmeden son durağımız Bilim Parkı oldu. Daha yanına yaklaşamadan uzaktan görebildiğimiz yüksek bir yapı için Kremlin Sarayı mı yok yok Disneyland diye otobüs içinde yorumlar başladı bile. Gene büyük başkan İstanbul’daki kulelerin bir kombinasyonunu yaptırarak güzel bir yapı oluşturtmuş. Galata Kulesi, Kız Kulesi, Topkapı Sarayı’nın giriş kapısının kuleleri harmanlanmış ve ortaya çok güzel bir eser çıkmış.


Parkın içinde Nuh’un gemisinin maketi de bulunuyordu, hazine sandığına kadar tüm detayları ile yapılmış hoş bir maket olmuş.



Parkın içini yürüyerek turlayabildiğiniz gibi 7-8 dk içerisinde gezebilen trene de binme şansınız oluyor. İndi bindi yapabilmek için istasyonlar bile yapılmış.

Benim en çok ilgimi çeken şey ise kaldıraç kuvvetini deneysel olarak görebildiğimiz gerçek bir otomobilin çocuklar tarafından dahi hiç kuvvet harcanmadan kaldırılabiliyor olmasıydı. Tabiki ben de denedim bir ipin ucundan tutarak.








Eskişehir’i araçla baştan başa gezmek 20 dakikayı bulurmuş normalde. Herhalde biz İstanbul’un trafiğini özlemeyelim diye bir caddeyi 20 dakikada geçemedik. Sebebi ise Es Es ile FB maçının olmasıydı. Futbola çok düşkün olan halk ve fanatik bir taraftar grubu var.

Bir Fenerbahçeli olarak tabiki kendi takımımın kazanmasını isterdim ama dostluk kazandı maç 1-1 berabere bitti.

Tabiri yerindeyse Eskişehir’in altını üstüne getirip İstanbul’a doğru yola çıkıyoruz. Tarihsel anlamda bir özelliği olmayan, doğa olarak çok da çekici bir yere sahip olmayan bir şehiri bu şekilde turistik hale dönüştüren herkese teşekkür edip daha sıcak bir bahar havasında tekrar gelme planları yapıyorum.

14 Kasım 2012 Çarşamba

SAFRANBOLU


Safranbolu, Müzekent;

Birçok kişi için gezilesi konaklar, tarihi çarşılar, ünlü kapı tokmakları, meşhur çeşit çeşit lokumlar anlamına gelirken bana ek olarak eğlenceyi de çağrıştırıyor.

Dört kez gittim Safranbolu'ya ilk iki ziyaretim yerli turist modunda kültürel gezi içindi, sonrasında çok sevdiğim arkadaşım Ceren'in Safranbolu'lu olmasından kaynaklı bizi evine davet etmesi ile eğlence kısmına geçişimiz de başlamış oldu.

Son gidişimizde Çevirkköprü gibi bize yıllardır dilimizden düşürmediğimiz anılar oluşturan mekanın canlı müzik yapmamasını esefle kınayarak yine başka mekan bulduk kendimize eğlencede sınır tanımamak adına.

Ben de her geziden biraz biraz eklemeli olarak anlatacağım size Safranbolu’yu  


 
Safranbolu adını bu bölgede yetişen ve nadir bir bitki olan safrandan alıyor.

18. ve 19. yüzyıl Türk ailesinin kültürünü yaşam biçimlerini koruyan Safranbolu evleri tescilli ve Unesco tarafından yasal koruma altına alınmışlar.

Şu an koruma altında olan konakların ve evlerin bulunduğu alan Eski Safranbolu diye geçiyor.

Beyaz boyalı dış cepheleri, kırmızı çatıları,  ahşap kahverengi pencereleri, dantel ve el emeği işlemeli perdeleri ile uzaktan bakıldığında maket gibi duruyor sanki evler.

Rehberimizin anlattığına göre ;

Evler Safranbolu'nun iki ayrı kesiminde gruplanmış. Birincisi şehir ya da Eski Safranbolu diye bilinen ve kışlık olarak kullanılan” Çarşı” kısmı, ikincisi "Bağlar" diye bilinen ve yazlık olarak kullanılan kısmı.

Safranbolu yazları sıcak, kışları soğuk, bahar aylarında ılık ve serin geçermiş. Bahar aylarında gitmek isteyenler aniden bastıran yağmurlara karşı tedbirli olsa fena olmazlar. Mayıs ayında gittiğimiz bir gezimizde şemsiyesiz olduğumuz için yağmurdan sırılsıklam olduğumuzu hatırlıyorum da :)




Bu evler neden bu kadar meşhur peki, onu anlamak adına evlerin yapı tarzlarını da anlatayım biraz;

Tüm evler yapım aşamasında hava şartlarına uygunluk ve evin göreceği manzara dikkate alınarak yapılmış.  Kendilerine göre daha merkezi konumdaki kamu binalarına, dini yapılara ve anıt eserlere dönük, hiçbir ev diğerinin görüşünü engellemeyecek şekilde konumlanmış. Hangi evden bakılırsa bakılsın manzara kesinlikle kapanmıyor.

Safranbolu evlerindeki çıkmalarda yer alan pencerelerden sedirde oturup sokağı baştan başa görebilmek mümkün, test edildi… onaylandı.

Ahşap kanatlı pencerelerde ayrıca "musabak" denilen benim ismini gözetleme penceresi olarak değiştirdiğim kafesler bulunuyor.

Evin sahipleri istemedikleri bir misafir geldiğinde burdan bakıp evde yokmuş gibi davranırlarmış. Şimdilerin apartmanlarda bulunan kapı kamerası gibi düşünülebilir.















Konakların giriş kapılarında da çok güzel oymalı işlemeli kapı tokmakları bulunuyor.

Kapılar iki kanattan oluşuyor genelde ve her iki kanatta da birer çember bulunuyor. Bu çemberlerin içinden ip ya da zincir geçirip eğer zincir kapalıysa evde yokuz zincir açıksa müsaitiz gelebilirsiniz mesajı verilirmiş komşulara ve gelecek misafirlere.

Çoğu konakta da iki tür tokmak olurmuş, bir tanesi tok ses çıkaran erkeklerin kullandığı ve evdeki hanımlara toparlanmaları için ikaz anlamına gelen, bir tanesi de daha tiz ses çıkartan küçük tokmak gelenin kadın olduğunu ve avluda erkek varsa boşaltmasını sağlayan.
 





Tüm evler kocaman bahçeli, çoğunlukla iki üç katlı, yedi sekiz odalı yapılmış. Eski Safranbolu’da eski Türk aile modeli olarak çocuklar gelinler torunlar hep birlikte yaşadığı için evlerin büyük olması da şart tabiki.

Pazarlar çarşının hemen çevresinde, çevreyi kirletici etkisi olan demircilik, bakırcılık ve dericilik gibi üretim alanları ise daha dış kısımlarda faaliyet gösteriyorlar.


Ayrı ayrı kurulan tahıl pazarı, sebze pazarı, hayvan pazarında malını paraya çeviren yöre halkı bu pazarların çok yakınında bulunan ve tamamen lonca düzeni ile örgütlenen Yemeniciler, Semerciler, Saraçlar, Manifaturacılar, Demirciler ve Bakırcılar Çarşılarından alış verişlerini yapıp ihtiyaçlarını karşılıyorlarmış. Bu çarşıların bazılarını yürüyüp alışveriş yaparak gezdik bazılarını da gezi arabamızla turlarken gördük

Şehrin ortasında bulunan sokaklar tamamen taş kaplı. Bayanlar için topuklu ayakkabı ile yürümek mümkün olur mu bilemeyeceğim çünkü ben düz spor ayakkabı ile yürüken bile o kadar zorlandım ki. Tırtık tırtık değişik bir kaplama olmuş.


Merkeze ilk geldiğinizde büyük yapısı ile Cinci Han görülüyor. Safranbolu esrafindan Cinci Hoca tarafından yaptırılmış şu an hala otel ve hamam olarak da hizmet veriyor.



Cinci hanın hemen yanında çarşıya girmeden bir simitçi fırını var, susamsız simitleri çok lezzetli, kola da deniliyormuş bu susamsız simitlere bazı yerlerde… daha önceki gezilerden bildiğim için bu defa eve de stokladım. Buzdolabında derin dondurucuda saklanıp istediğiniz zaman tavada ya da mikrodalga fırında ısıtarak tüketebiliyorsunuz.

Cinci hanın yanında bulunan gezi arabaları ile büyük ve küçük tur olarak yürüme mesafesinde olmayan yerleri de gezme şansınız olabiliyor. Biz yaklaşık bir saat süren küçük turu tercih ettik. Kulaklıklardan bant kaydı ile gezdiğimiz duraklarını tarihçesini öğreniyoruz, eksik kalan kısımları da güzel rehberimizden dinledik.


 

Çarşının içine girdiğiniz anda ellerinde tepsilerle lokum ikram eden dükkanlar karşılıyor sizi. Çifte kavrulmuş, safranlı, fıstıklı… çeşit çeşit lokum ikramlarının hiç birisini geri çevirmiyorum lokum cennetine düşmüş bir lokum delisi olarak, tabiki eve ve ailelere de hediyelik olarak alıyoruz birkaç kutu.

Eski Hükümet Konağı’nı geziyoruz... fotoğraftaki sarı bina, şu an müze olarak kullanılıyor

Derme çatma her an yıkılacakmış izlenimi veren saat kulesine çıkıyoruz cesaretle, o kadar kişinin ağırlığını hala nasıl kaldırıp yıkılmadığını düşünerek. Saatten sorumlu yaşlı amca bize bu saatin özelliğinin zembereksiz olduğunu anlatıyor.


Bu kadar gezip gezip neden hiç yemek tavsiye edemiyorum. Safranbolu’nun kuyu kebabı meşhurmuş ben ilk geldiğimde yemiştim, haşlama et gibi gelmişti bana, benim damak zevkime pek hitap etmiyor öyle sağlıklı şeyler ama aslında yemek konusunda Ceren’in annesi Ümit Usta Teyzemin eline su dökebilecek başka bir yer bulamadığımız için de olabilir.

En son kendimize tüketim canavarlığımızdan dolayı kırk haremiler dediğimizi hatırlıyorum. Enfes yaprak sarmaları, salatalari, mezeleri ve diğer arkadaşlarım hiiiç alınmasın bana özel yaptığı mantı varken başka yerde yemek aklıma bile gelemiyor.

Tabiki sizlerin öyle bir şansınız yok maalesef. Şu an sadece masanın fotoğrafını ekleyebiliyorum sanırım yemekler gelince fotoğraf çekmek kimsenin aklına gelmemiş :)


Biz otel olarak Gül Evi Konağı'nda kaldık. Konağın sahibesi Gül Hanım'ın adı verilen konakta her odaya da konağın ilk sahiplerinden bu yana olan çocuklarının isimleri verilmiş.

Biz Ayşegül odasında kaldık. Özellikle internetten araştırma yaptığımızda bizi en çok cezbeden bahçesinde odalarımız hazırlanırken ikram edilen çay ve şerbetlerimizle keyfimize başladık bile.